Okuduk çoğumuz… Okumazsak olmazdı… Okuduk yine olmadı… Boşa çektiğimiz kürekler kas yaptı, yol yaptı, masraf yaptı. Ancak zorunluyduk para kazanmaya. Hepimiz, çalıştık, didindik, sildik, baştan yazdık…
Aslanın ekmeği çoktan sindirdiği ve aslanın ağzına, minnacık bir kırıntı aramak için, baktığımız günlere de geldik, maalesef…
Kayıt kuyruklarında bekledik… Sanıyorduk ki; hepimiz, mezun olduktan sonra Tv dizilerinde gösterilen, denize nazır büyük ofislerde, -kalem etek, slim pantolon/ blazer ceket, ince kravat- çalışacağız… Olmadı… Küçük camlarının apartman boşluğuna baktığı ofisler de, kağıt havuzu ile bilgisayar klavyesi arasına kolumuzun sıkıştığı masalarda dirsek çürüttük. Kalkarken dibimizdeki fotokopi cihazına dizimizin çarptığı yerlerde, karşılıksız fazla mesailer yaptık…
İş başı için borçla aldığımız iş kıyafetimizin borcunu ödeyemeden deneme süresi içinde tazminatsız fesihler yaşadık…
Kimimiz kapı karşılamalarında tebessüm edip yol göstermek için alındık işe… Tüm gün yüzümüze takılan gülücük maskesinin düştüğü bir anı ya da karasular inen ayaklarımızı ovalayışımızı gören amirlerimizce azarlandık… Yol göstermek için alındığımız işimizde, yolu gördük… Yollandık…
Kimimiz adımızın önüne, diploma ile “Müh.” Kısaltması eklemiştik… Ve bekledik ki;
Tekstilde kanserojen madde kullanımlarına çözüm getirelim, makinede devrimlerle isimler duyuralım, gıda da tatların faydalarını, zararlarını mikroskobik incelemelerle ayrıntılara dökelim, inşaatlarda dayanıklılık üzerine farklı buluşlar, mimaride yenilikler getirelim… Olmadı hepimiz mavi yaka usta başı’nın bilgisi altında sus pus, teori ile gerçeğin pekte tutmadığını öğrendik… Hepimiz mühendistik ama hepimiz teoriktik… Anladık ki işler okul projelerine benzemiyor… Tecrübe için bekledik…
Kimimiz babamızın yolundan gitmeye karar verdik… Ama muhakkak işleri büyütecektik… Büyük hayallerimizin peşinden gitmek için yaptığımız denemelerin sonunda; belki bir baba evi, belki bir araba parasını heba edip, küçük dükkanda devam ettik… Kimimizde “yok olmuyor baba seninle, ben kendi bildiğimi yapacağım” deyip, özgürlüğümüzü ilan ettik…
Hepimiz yaşamak için çalışmak zorundaydık. Yoklukla büyüyen ailelerimizin “biz çektik, sen çekme” felsefesi ile büyütülen mahsulleriydik. 70’lerden 2000’lere uzun bir dönemin iş beğenmez ve istikrarlı çalışamaz gençlikleri olduk, çıktık…
Neler hayal etmiştik… Neler yaşadık… Çuvaldız da batırdık… Toplu iğne ucunda kırılan narin porselenlerde olduk… Artık hepimiz güzel giyiniyor, Avrupa da çimlere basmadan yürümeyi biliyorduk… Çocukken Almanya’dan gelen akrabalarımızın getirdiği mor inekli çikolataların pek anlamı kalmamıştı, altta ki markette de vardı… Yiyorduk, büyüyorduk, gelişiyorduk ama hiç iş beğenmiyorduk!
Maaşımızdan fazla paralar verdiğimiz cep telefonlarımız vardı… Eve gelen misafirlerimiz azalmıştı… Evde pasta denemelerimizi misafirlerimize tattırmak yerine instagram’da paylaşıp satar olmuştuk… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!!! Olmazsa olmaz cep telefonlarımızın taksitlerini 24 ila 36 ay arasında öderken, taksit paramızı sattığımız kurabiyelerimizden çıkartıyorduk… 🙂
Kapağında tatlı ayıcık logoları veya manzara resimleri olan, sayfalarındaki jelâtinlerin içine fotoğraflarımızı itina ile dizdiğimiz albümlerimiz yoktu artık… Facebook albümü olmayı hak eden fotoğraflarımız vardı… Profil resimlerimiz, ünlü sanatçıların estetik operasyonları dizisine taş çıkartır filtrelemelerden geçerdi. Ancak belli bir elemeden sonra hak ederlerdi, görünür olmayı… Google görsellerden bir kapak ile kapanırdı, albüm sayfalarımız… Bir de, yılı dolmadan (taksit ödemesinin yarısı bile tamamlanmadan) bozulan ya da bir üst modeli için (taksit uzatarak) satılan -eskimemiş- eski telefonumuzda kalan, fotoğraflarımız vardı… Peşlerine düşmedik. Silinip gittiler, nasıl olsa yenisini çekmek bir selfi (özçekim) uzaklığındaydı…
Aaa, bu arada Arge’ci Müh. arkadaşlar selfi’nin de çubuğunu yapmışlar… Araştırmalar gösteriyor ki teknolojinin içinde doğan ve teknoloji ile doğru orantılı büyüyen bu rahat nesil işine gelen konular da oldukça yaratıcı… 🙂
Değinilecek ne kadar çok nokta var hayata dair… İnsan sesini yazı ile şekillendiren bir paylaşım ile karşınızda olmak da güzel bence…
Gazete köşelerine yazı verdiğim dönemlerde yazıya dair “yazı doğum sancıları çekiyordu bir mürekkep damlasının ucunda…” diye süregelen bir makalemi hatırladım. Şimdiler de ise “yazı doğum sancıları çekiyor, tuşların arasında” ve “geçiş yapıyor gazete kokulu makalelerden görsel efektli web sitelerine…”.
Madem öyle; Dönemimizin getirdiği tüm sosyallik ve asosyallik tezatlıkları içerisinde, gözlerimi kağıda dökme içgüdüsü ile, yazıyorum bende; gördüklerimi, öğrendiklerimi, bildiklerimi, paylaşmaktan duyduğum tat ile…
Hatice Bulut
İnsan Kaynakları Danışmanı & Eğitmen
Leave a Comment